Yaşlarımız 16 ve 30’du ancak aşkımız engel tanımadı…

İsimler: Emel & Alpay

İlişki: Evli

Başlangıç senesi: 1968

Birinci Bölüm

Tanışmamız…

English

İstanbul Nişantaşı Kız Lisesinde son sınıftaydım. 15 veya 16 yaşındaydım ve yıllardan 1965 – 1966. O zamanlar edebiyat ve matematik olarak ikiye ayrılıyordu. Ben matematik bölümündeydim. Her şeye koşuşturan, mutlu ve başarılı bir öğrenciydim arkadaşlarımı çok seviyordum sevildiğimi de hissediyordum.

İkinci dönemde bir bademcik ameliyatı geçirdim. Maalesef çok zorlu bir ameliyattı ve iki ay kendime gelip okula gidemedim. Normalde hep iyi not alan başarılı bir öğrenciydim. Tekrar okula dönüp düşük not almayı kendime yediremedim. Büyük bir depresyona girdim.

Annemler çok ısrar ettiler, ‘Sen başarılısın, becerirsin’ dediler, farklı çözümler bulmaya çalıştılar, ‘Başka okula geçirelim seni’ dediler ama çok üzüntülüyüm. Okul hayatıma orada nokta koydum.

Benim babam jet pilotuymuş. Annemin ısrarı üzerine emekliye ayrılmış ve Türk Hava Yolları’nda müdürlük yapmaya başlamış.

Babam asker, eski usul düşünen biriydi. Gidiş gelişlerimizi kontrol ederdi. Mesela arkadaşlarımız bize gelirlerdi ama bizim gitmemize izin olmazdı. Söylediği zamanda geri gelmemiz gerekiyordu, saati geçirmemiz yasaktı.

Ev hayatımız çok disiplinli ve düzenliydi. Hepimizin masada yerleri vardı. Sabah kahvaltıya pijamayla gidemezdik mesela.

Babamdan gelen alışkanlıkla biz annemize babamıza ‘siz’ diye hitap ederiz. Arkadaşlarımız gelince ilk önce şaşırırlar ‘Ne kadar resmisiniz’ diye. Bizi biraz daha yakından tanıyınca da inanamazlar bağlarımızın dayanıklılığına.

Babam askerdeyken bir haksızlık olayı olmuş. Bunun üzerine komutanının başına sürahi indirmiş. Annem bizi hep ‘Komutanın başına sürahi indiren adam size kim bilir ne yapar’ diyerek büyüttü. Üç kız, üç erkek altı kardeşlik. Hepimiz sözünü dinledik ve çok da güzel yerlere geldik.

Babam diğer taraftan da bizi hep kollardı. Hayatı tanımamız için zaman zaman gece hayatını da gösterirdi. O zaman Şişli’de, Osmanbey’de, Taksim’de gazinolar ve gece klüpleri vardı. Bazı zamanlar beni, bazı zamanlar da ablamı götürürdü. Diğer kardeşlerim daha küçüklerdi.

Benim moralim bozuk olduğu için o gece beni götürdü.

İşte benim aşk hikayem, daha doğrusu hayatım, o gece başladı.

Tesadüf, orada eskiden babamın yanında askerlik yapan bir arkadaşıyla karşılaştık. O da artık bir sendikanın başkanlığını yapıyordu.

“Komutanım, ne yapıyorsunuz burada?” diye sorunca babam benim durumumu anlattı. “Kızım ameliyat geçirip derslerinden geri kalınca okuldan ayrılmaya karar verdi. Ona moral vermek için buradayız.” dedi.

Arkadaşı bunun üzerine, “Komutanım, sizin kızınızsa kesin matematik bölümündendir. Biz greve  gidiyoruz ve birine çok ihtiyacımız var. Rica etsek bize yardım edebilir mi?” diye sordu.

Babam, “Ben öyle bırakmam kızımı, gidiş gelişleri nasıl olacak?” diye sordu.

Bunun üzerine arkadaşı arkasını döndü ve, “Alpay, gel oğlum buraya!” dedi. Diğer masadan masmavi gözlü, 30 yaşlarında bir bey geldi.

Onu ilk o zaman gördüm.

“Komutanım, bu benim özel kalemim Alpay. Kızınızı ona teslim ediyorum. Her gün kendisi şahsen gelip evden alıp, eve bırakıcak.”

Babam Alpay’a baktı, şöyle bir süzdü ve dedi ki, “Tamam, kızımı size teslim ediyorum.”

O teslimiyet sonsuza dek sürdü.

İlk bakışta aklıma herhangi bir şey gelmemişti. Ben daha 16 yaşındaydım, o da benden 14 yaş büyüktü. Hem ben, hem babam ona çok güvendik. Yaşını başını almış, oturaklı, beyefendi biriydi.

O gece Alpay bizi evimize kadar bıraktı, böylece evi öğrenmiş oldu.

Ertesi sabah geldi beni aldı, işe başladım.

Yavaş yavaş hayat hikayesini öğrenmeye başladım. Meğer ne kadar çok yaraları varmış.

“Ben daha 16 yaşındaydım, o da benden 14 yaş büyüktü. Yaşını başını almış, oturaklı, beyefendi biriydi.”

Alpay’in yaşam öyküsü…

Bodrum doğumluymuş ama İstanbul, Ortaköy’de yaşıyormuş. O da liseden sonra eğitim hayatını bırakmış. Onların sülalesinde her nesil bir kız, bir oğlan doğururmuş. Soyadını devam ettirmek de bu kıymetli oğlan çocuğuna kalmış. Dolayısıyla baba disiplini verirken anne biraz şımartmış.

Annesi bir dediğini iki etmemiş. Maddi, manevi, her türlü imkanı sağlamış. Alpay’da epeyce hercai, çok da mesuliyet sahibi olmadan rahat rahat büyümüş.

Alpay askere gitmiş gelmiş. Istanbul’un güzelliklerinden biri olan gece hayatına dalmış. Güzel boğaz eğlencesinin tadını bol bol çıkartmış. Kayınvalidem, ‘Bizim oğlanı evlendirelim. Biraz oturaklı olsun, sakinleşsin.’ diye düşünmüş.

O zaman annemize, babamıza pek karşı gelmezdik. Öyle bir çağdaydık. Onlar ne derlerse o olurdu. Ailesi karar vermiş evlendirmeye, o da ‘Peki’ demiş. Böyle evlenmiş.

Benim eşim çok ince ruhlu, ailesine çok düşkün, evcimen bir insan. Aradığı inceliği eşinde bulamamış. Tanımadığım insanlar hakkında konuşmam onun için başka yerlerden çok duymama rağmen hayatının bu kısmına çok da değinmek istemiyorum, ama geçinememişler. Sorunlar çıkmaya başlamış. Eşim saygı ve sevgiye aç kalmış.

Daha ilk başında olmayacağını anlamış. Boşanmak istemiş, ailesi müsade etmemiş. Derken 1960’ta ilk çocuk doğmuş. Adını Ayşen koymuşlar. Daha çok yeni evliler. Bakmış olacak gibi değil, eşim çalışma bahanesiyle Almanya’ya kaçmaya karar vermiş. Orada hayatını yaşamaya başlamış. Eşi de annesinin yanına taşınmış.

İki sene böyle geçiyor.

En nihayetinde ailesinin ısrarı üzerine tekrar Türkiye’ye taşınıyor. Kendi evlerine çıkıp yeni bir başlangıç yapmaya çalışıyorlar. 1964 yılında ikinci çocukları Nurşen doğuyor. Bu esnada bu evlilik Alpay’i çok yoruyor, yıpratıyor. Artık gerçekten hiç kimse saklanamıyor, Alpay’ın yanlış bir evlilik yaptığını kabullenmek zorunda kalıyorlar. En nihayet boşanıyorlar.

Aslında eşimin branşı yedek parça. Bir ara salyangoz ithalatı ile de uğraşmış. Ama Alpay’in Türkiye’ye kesin dönüş yaptığını duyan sendika başkanı aile dostu çok ısrar ediyor onunla çalışması için. Boylece Özel Kalem olarak sendikada baskanin yanında çalışmaya başlamış.

Aşk usulca kapımızı çaldı…

Benim o zamanlar yaşım çok küçüktü ama hep tanıyanlar çok olgun olduğumu söylerlerdi. İşe gidiş gelişlerde bana bunları anlatıp yavaş yavaş açılmaya başladı. Ben de ona okul hayatımı, dertlerimi anlattım. Çok ince yapılı, düşünceli, efendi, duygusaldı. Tümüyle çok hoş, çok özel bir insandı.

Benim gözümde gittikçe devleşti. O sevgi tohumları atılmıştı. Anlatılanlardan dolayı bu sevgi kalbimde büyük bir taşkınlık yaratmıştı. Çok sevgi dolmuşum.

Tabii, aslında o da aynı hisleri taşıyormuş. Ama korkuyor haliyle. Hem yaş farkı var, hem iki çocuk var, babam var, başkana verdiği söz var… hiç bir şey söyleyemiyor. İkimizde gayriihtiyari kıvranan iki kişi olmuş, açılamıyoruz.

Bu kıvranma aylarca sürdü ama artık kalbim taşıyamaz oldu. İlk önce ablama açıldım.

Ablam beni sabaha kadar uyutmadı. Aklımı başıma almamı söyledi. Babamın bizi kıtır kıtır kesip, temiz suya değil de Haliç’in kaka dolu sularına atacağını söyledi. Bir yandan da bana daha yaşımın çok genç olduğunu, aramızdaki yaş farkının çok büyük olduğunu, i̇ki tane çocuğu olduğunu söyleyip duruyordu.

Arada sırada Alpay’ı eve davet ederdi annemler. Çok severlerdi. Ama ablamın korkusuyla hissettiklerimizi bir müddet daha bastırmaya çalıştık.

İlk aşk, ilk heyecan, ilk bağlılık: Kontrol etmeye çalıştık ama mümkün değil bastırmak. Birbirimizi tanıdıkça daha da aşık olmuştuk.

Artık yıl ’67-68. Ben sendikada çok başarılı olmuştum ve bana kadro açmışlardı. Genç yaşımda muhasebe müdürü yardımcısı olmuştum. İşimi çok severek yapmamın eminim bu başarıya katkısı olmuştur.

Alpay’la aynı katta değildik. Sadece gidiş-gelişlerde ve yemekte birbirimizi görebiliyorduk. Gündüzleri mesainin bir an önce bitmesini, geceleri de sabahın bir an önce gelmesini iple çekerdim. Onu görmenin heyecanını anlatamam, o kadar kıymetli, o kadar özel zamanlardı ki.

“Hem yaş farkı var, hem iki çocuk var, babam var, başkana verdiği söz var… İkimizde gayriihtiyari kıvranan iki kişi olmuş, açılamıyoruz.”

Bu arada daha aşkımızı hala açık açık konuşmamıştık. Sadece kalplerimizle, gözlerimizle konuşuyorduk.

Ben dayanamayıp tekrar ablama açıldım. Ablamdan bir cesaret alsam, Alpay’a biraz daha açılabilecektim.

Bir gün uzun konuşmaların sonucunda ablam bana, “Çok iyi düşün!” dedi. “Ben zaten başka bir şey düşünemiyorum ki.” dedim.

Velhasıl  anneme bu konuyu açmamı en nihayet kabul etti. “Ben nasıl bu sevgi yüküne geldiysem, bunu onlara anlatacağım. Anlayacaklarını ümit ediyorum. Keserlerse de keserler.” dedim.

Bu konuşmadan sonra büyük bir cesaretle anneme açıldım. Annem çok üzüldü, onu çok ağlattım. Ama aramızda o kadar büyük bir aşk vardı ki, kelimlerle anlatılacak gibi değildi…  Birbirimizden vazgeçemeyeceğimizi artık anlamıştık.

Birbirimize olan hislerimiz yapboz gibiydi. Biz birbirimize açılmadan o parçaları yerleştiriyorduk. Artık anneme açılmam son parçalardı. Belki birbirimize daha erken açılsaydık ters tepki yapıcaktı.

Annem çok özel, bambaşka bir insandı. Sadece annemiz değil, arkadaşımızdı. Çok anlayışlı bir kadındı. Yine de ablamdan daha ters tepki gösterdi. Beni işimden ayırmaya kalktılar. Büyük mücadele verdim.

En nihayet anlayış gösterdi. Bu anlayış biraz da kendi hikayesinden kaynaklanıyordu. Annem de 16 yaşında aşık olmuştu babama. Babam da ondan 11 yaş büyüktü. Onlar da çok büyük mücadele vermişler. Babam pilot olduğu için annemin ailesi onu alıp götürmesin diye karşı çıkmışlar. Ama en nihayet onlar da razı olmuşlar.

Annem bana, “Bak kaderimiz aynıymış. Ben çok mutluyum. Tahmin ediyorum ki sen de çok mutlu olacaksın.” dedi.

“Bizi çok üzecek olay iki kızının olması. Keşke bekar olmuş olsaydı. Yaş farkı sorun değil ama sen 18 yaşındasın ve iki tane çocuk var işin içinde.” dedi.

Boşanma esnasında mahkeme büyük kızı Ayşen’i babaya, küçük kızı Nurşen’i de anneye vermiş. Ayşen’le aramızda sadece 10 yaş fark var. Bu arada Ayşen’e babaannesi bakıyor ama tabii annemler olayı öyle görmüyorlar.

“İnsanlara ne söyleyeceğiz?” dedi annem. “Çocuklu biriyle evlendiğini mi anlatacağız?”

“Onlara sevgimizi, mutluluğumuzu anlatabilirsiniz.” dedim. “Gerisini kimse duymak zorunda değil.”

Annemden ‘Evet’i alınca o cesaretle en nihayet Alpay’la birbirimize açıldık.

Annem kabul edince ablam da kabullendi. Artık geriye bir tek babama açılmak kalmıştı.

Nasıl yapalım diye konuşurken Alpay, “Ben yalnız gidip konuşacağım babanla.” dedi. “Senin söylemeni istemiyorum. Onun durumuna göre seni korumam lazım.”

Babamdan dışarıda görüşmek üzere randevu aldı. “Cevabı ‘evet’ olursa eve beraber döneceğiz.” dedi.

Evdeki halimizi düşünebiliyor musunuz?

Dakikalar geçmiyor. Ben, annem, ablam evde inanılmaz bir heyecanla bekliyoruz. Aslında heyecan, acı, korku hepsi vardı. Ağlıyoruz, gülüyoruz, sarılıyoruz – her türlü duyguyu yaşıyoruz.

Neyse ki bu heyecan fazla uzun sürmedi.

Alpay evdeki halimizi tahmin ediyor ve açık açık açık babama her şeyi çok güzel kelimelerle anlatıyor. Sevgiden girmiş; babam aşka ve sevgiye çok önem verirdi. Alpay onların hikayesini bildiği için, “Sizi örnek almış.” demiş. Babam da tabii bir şey diyememiş.

Beraberce eve döndüler.

Babam çok sevecen bir adamdı ama sevgisini göstermez hissettirdi. Bizi uyurken severdi. Kapıdan girdiğinde bana baktı ve “Elimi öpebilirsin.” dedi. Zaten güzel bir masa hazırlamıştık hep beraber yemek yiyip kutlama yaptık.

Yepyeni bir yaşam…

Bunu uzatmamaya, bir an önce evlenip yuvamızı kurmaya karar verdik.

Birçok karar aldık o ara. İkimiz de sendikadan ayrıldık. Alpay kendi branşına dönmeye karar verdi. Alpay Ortaköy’den, ben Tepebaşı’ndan taşınıp Kadıköy’e yerleşmeye karar verdik. Orada benzin istasyonu açacaktık. Annem uzaklaşacağız diye çok üzüldü. İstanbulun lodosu ve sisi meşhurdur, vapurlar bir kalkar bir kalkmaz, sizi sık sık göremem diye üzülüyordu.

Nişanımızı1969’un 2 Şubat’ında yaptık. 15 Mart’a saat 11:45’te küçük bir nikahla evlendik. Etraftan laf gelmesine fırsat vermek istemedik.

Her sene nikah saatimizde nerede olursak olalım mutlaka nikah saatimizi kaçırmadan ‘Tamam mı, devam mı’ diyerek nikahımızı tazelerdik. Böylece her sene yeniden evlenirdik.

Evi ve iş kurmayı sonraya bırakıp balayına çıktık. İzmir’e geldik.

‘ “Ben yalnız gidip konuşacağım babanla.” dedi. “Senin söylemeni istemiyorum. Onun durumuna göre seni korumam lazım.” ‘

Alpay’ın eski iş arkadaşı Melih İzmir’deydi. Bir buçuk ay kadar gezdik İzmir’i çok sevdik. İstanbul’un gürültüsünden sonra muhteşem doğası ve sessiz sakin olması bize çok iyi geldi.

Kader ağlarını örünce böyle örüyor işte. İş arkadaşı demez mi, “Alpay, ben bir benzin istasyonu açtım, ortak arıyorum, gel ortağım ol!” diye.

Alpay, “Emel’i Kadıköy’e kadar bile götüremiyorum, mümkün değil.” dedi. Melih “Tekrar bir sor bakalım, biz seninle çok başarılı oluruz. İyi düşün.” diye ısrar etti.

Ben ise o kadar çok sevmiştim ki İzmir’i, hemen kabul etmek istedim. Alpay ‘Ailenden izin almadan olmaz’ diyordu.

“Biz evet diyelim.” dedim. “Bak evliliği nasıl kabul ettirdik bunu da kabul ettiririz. Bizim hayatımız başladı artık. Aşk ve sevgi her şeyi yaptırır.”

Gerçekten de öyle oldu. Aileleri ikna edip İzmir’e yerleştik. Geliş o geliş. Yeni hayatımız 1970 yılında böyle başladı.

Eşyaları evden gönderdik. O zamanlar yolcu gemileri vardı İstanbul ve İzmir arasında, biz de onunla geldik. Annem bizi Karaköy’den uğurlarken, “Tamam – isterseniz Kadıköy’e yerleşebilirsiniz.” diye el sallayıp sesleniyordu arkamızdan.

Ailemiz büyüyor, aşkımız derinleşiyor

Aşkımız sürekli perçinlendi.

Hemen hamile kaldım. Oğlumuz Cenk 1970’te doğdu.

Ama benim aklım Ayşen’deydi. “Oğlumuzun bir ablası var, o da bizimle yaşamalı…” dedim.

Benim eşim çok özel bir insandı. Büyüklerine saygısından hiç kusur etmezdi. Hep derdik: Saygı, sevgi, aşk – hiç kopartmamak lazım. Alpay’ın annesinden izin aldıktan sonra Ayşen yanımıza geldi.

Ayşen ilkokul üçüncü sınıftaydı ve bizimleydi. Kayınvalidemle konuşuyordum. Ona, “Bir çocuk annesinden kopmamalı.” dedim. “Bu cocuğun bir annesi, bir kardeşi var. Onları da görmesi, tanıması lazım. En azından tatillerde üç kardeş beraber vakit geçirsinler.”

Eski eşine ve kızına ulaşmaya karar verdik. Araştırmaya başlayınca her şeyi değiştiren bir gerçek ortaya çıktı: Anne meydanda yok!

Meğersem iki çocuğunu da terk ederek yurtdışına çıkmış. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Sağ mi değil mi, nerede yaşıyor, hiçbir şekilde bilmiyoruz. Çocuklarını kesinlikle aramıyor sormuyor. Kızına anneannesi ve dayıları bakıyor. Bakmak onlara da kolay gelmiyordu ama nafaka olduğundan dolayı hiçbir şey söylememişler.

O yavrum da çok fazla çekmiş. Dayı ve anneanne arasında dolaştırılıp durmuş. Biz de annesiyle beraber diye içimiz o kadar rahattı ki… Öğrendiğimiz zaman çok üzüldük, keşke daha önce araştırsaydık diye pişman olduk.

O da ilkokul üçteydi o zaman. Anlaştık, gidip anneannesinin evinde aldık. Anneanne zaten çok zor bakıyormuş, sevindi bu işe. Bunu anlatmamın sebebi şu: İçim rahat bir şekilde aldım çocuğu yanıma.

Biz aldığımızda çok kötü durumdaydı. Neredeyse psikolojik destek gerektirecek kadar. Ama biz öyle yapmadık. Ablasını eğittik ve o kardeşini eğitti. Psikolog arkadaşlarım bile beni çok takdir etmişlerdir bu konuda.

Ablasını, kardeşine hepimizin bir aile olduğunu, ne sormak isterse, canı ne isterse rahatlıkla söyleyebileceğini, bizin herşeyi paylaşarak yaşadığımızı sorunlarımızı hep beraber çözebileceğimizi kardeşine anlatmasını sağlıyorduk.

Nurşen 18 yaşına gelene kadar nerede polis görsem yüreğim çarpardı ya gelir Nurşen’i alırsa diye. Neyse ki öyle bir şey olmadı. Belki inanılmaz ama hala annelerinin nerede oldugunu bilmiyoruz.

O yıllarda kayınvalidem yalnızdı. Lacivert gözlü eşini kaybettiği için Ayşen’e o bakmak istedi ve o büyüttü.

Kayınvalidem çok olgun, çok kültürlü bir kadındı. Aramızdaki yaş farkı çok az olduğu için laf gelmesin, sana ‘abla’ desin demişti. Aysen hala ‘abla’ diyor ama bana her zaman der ki, “Biliyorsunuz öyle alıştırdılar ama ‘abla’ dememin icinde bilin ki ‘anne’ var.”

Nurşen’i yanımıza aldığımız zaman 9 yaşında, ürkek, şirin bir kız çocuğuydu. Beni görür görmez elimi tuttu ve ben size ‘anne’ diyebilir miyim dedi. Her ne kadar birisi ‘anne’ birisi de ‘abla’ dese de onlar benim iki kızlarım.

Çocuklarla aramızda inanılmaz bir bağ ve sevgi vardır.

Hatta bir gün çocuklar ilkokulu bitirdikten sonra genç kız edasıyla bana gelip, “Bizim için doğurmak önemli değil, büyütmek önemli. Biz annemizi yok sayıyoruz. Sen bizim annemizsin.” dediler. Bunun üzerine onlara, “Olmaz. Annelerin kötüsü olmaz. Belki size anlatamayacağı bir durum vardı. Sizin anneniz her zaman var ve her zaman sevgi ve saygınızı hissedeceksiniz. Bir daha böyle şeyler söylemeyin rica ediyorum ve onun hakkında kötü düşünmenizi istemiyorum.” dedim onlara. “Ben de sizin annenizim ama sizi de doğuran bir anneniz var – bunu hiç bir zaman unutmayacaksınız.”

‘ “Bir çocuk annesinden kopmamalı.” dedim. “Bu cocuğun bir annesi, bir kardeşi var. Onları da görmesi, tanıması lazım. En azından tatillerde üç kardeş beraber vakit geçirsinler.” Araştırmaya başlayınca her şeyi değiştiren bir gerçek ortaya çıktı…’

Kayınvalidem rahatsızlanınca ‘Onun mürüvvetini görmeden gitmek istemiyorum’ diyerek Aysen’in evlenmesini çok istedi. Alpay bu fikrine saygı duydu ve Ayşen’ciğim de çok genç yaşta evlendi.  Mükemmel bir evlilik yaptı. Genç evlendiğinden dolayı da bize de 2 torun çocuğu görmek nasip oldu.

Bizim ailede herkes nedense çok genç evleniyor. Ama çok sağlıklı huzurlu evlilikler yapılıyor.

Ayşen’i Ankara’ya gelin gönderdik. O zamanlar oğlum 6, Nurşen 10 yasındaydı. 4 kişilik bir aile olarak yaşamımıza devam ettik. Oğlum, Nurşen ‘anne’ dediği için hiçbirşeyin farkında olmadan büyüdü.

Bir gün şöyle bir gelişme oldu. Evde arkadaş toplantım vardı. Malum hepimiz genciz. Doğum-kürtaj sohbeti arasında benim bir doğum yaptığımı odasında ders çalışırken duymuş.

Arkadaşlarım gidince çok çekinerek, utanarak yanıma gelip, “Size birşey sormak zorundayım.” dedi. “Sizin bir doğum yaptığınızı istemeyerek duydum. Peki Nurşen ablam?”

Ben de şaşkınlıkla bakarak, “O zaman konuşabiliriz.” dedim.

Bana bir müddet baktı ve, “Hayır, istemiyorum. Teşekkür ederim.” diyerek odasına döndü.

Bugüne kadar da konusunu bir daha asla açmadı. Her iki ablası da onun için çok kıymetlidir.

Ailemizde küsmek yoktur. Dertlerimizi paylaşır, sonra çözümler ararız. Evimizde yuvarlak yemek masamız vardır. Herkes odasında dersini çalışır, kitabını okur. Ama masaya gelince aile toplanır, her şey çekinmeden paylaşılır.

Eşimle hep aynı ağızdan konuşurduk. Arada aynı fikirde değilsek, birimiz gizlice masanın altından diğerinin ayağına basardı. Ancak odamıza geçtikten sonra karı koca aramızda konuşurduk, ‘Bugün biraz sinirliydin, bak biraz haksızlık yaptın’ diye.

Ama çoğunlukla aynı fikirde olurduk. Hatta ona demişimdir, “Biz galiba bir şeyleri yanlış yapıyoruz, hiç kavga etmiyoruz.” diye.

Paylaşma ve danışma kültürümüz halen devam etmekte. Bütün kararlarda hep ailecek birbirimize danışırız.

Üniversitede kişisel gelişim sorumlusuyum.

Okulu gencecik yaşımda terketmek, öğrenmeyi çok seven, çok çalışkan bir öğrenci oldugumdan dolayı beni hep çok üzmüştür. şimdiyse, kendimi o çok sevdiğim akademik hayatin içinde tekrar bulduğumdan dolayı hem kendime, hem de etrafımdakilere hep sunu söylerim: Insan asla umidini kaybedip hayallerinden uzaklaşmamalıdır.

Genç arkadaşlarıma da bu eğitimi vermeye gayret ediyorum.

Evlenenlere de hep şunu söylerim, “Artık evleniyorsunuz. ‘Ben/sen’ bitti. Artık ‘biz’leşin. ‘Senin/benim annem babam’ yok. Artık ‘annemiz/babamız’var.”

Evlilikteki en önemli şeyin saygı olduğunu her zaman vurguluyorum.

Bizim evliliğimiz çok iyi devam ediyordu. İşlerimiz de çok iyi gidiyordu. Birkaç tane daha benzin istasyonu açmıştık.

Sonra yavaş yavaş düşüşler başladı.

İkinci Bölüm

Her gün sevgiyle ilerledik…

Ilk krizimizde oğlumuzun kolej taksitlerini ödeyememe ihtimaliyle karşılaştık. Çocuklarımıza varlığı öğrettiğimiz gibi yokluğu da öğrettik. Hayatın bize ne getireceğini hiç bilemeyeceğimizi, çıkışların inişleri olabileceğini ama elbirliğiyle her şeyin üstesinden geleceğimizi de hep söyledik. Oğlumuza ve kızımıza durumu açık açık anlattık, derslerine yoğunlaşmasını önerdik.

Bunun kendi ailemden gördüğüm sevgi, disiplin ve gözlemlerimin çok ilgisi vardır tabii ki. Kendime hep, ‘Benim yerimde olsaydı annem babam ne yapardı?’ diye sorardım.

Bir de yanımda eşim vardı. Eşim gerçekten de çok sevgi ve saygı yüklü bir insandı. Genç yaşında yanlış bir evlilik yapmış, tecrübelerini edinmişti.

“İlk evliliğinde yaşadığı acılar hem onu olgunlaştırdı, hem de bütün bunları bana anlattığından dolayı beni de olgunlaştırdı.”

Tek oğlan çocuğu olmasından dolayı sürekli cebine para konulan, çok da fazla hesabını bilmeyen biriyken benimle evlendikten sonra beraberce mali açıdan da çok disiplinli davrandı. Kayınvalidem bile çok takdir edip şaşırmıştı.

İlk evliliğinde de uzaklara gitmesinin sebebi sorumsuzluk değil, derin mutsuzlukmuş. Bana gerçekten mükemmel bir eş, çocuklarımıza mükemmel bir babaydı.

İlk evliliğinde yaşadığı acılar hem onu olgunlaştırdı, hem de bütün bunları bana anlattığından dolayı beni de olgunlaştırdı. O ilk iki sene çok paylaştık her şeyi. Böyle  paylaşımlarla damla damla sevgiyi ekerek geldik olduğumuz yere. Temellerimiz çok sağlam atılmıştı.

Genç yaşında benden büyük biriyle evlenince annemlere laf geldiği için çok üzülmüşümdür. Onlardan hep özür dilerdim ama onlar hep derlerdi ki, “O kadar mutlusunuz ki, insanlar bırakın ne derlerse desinler.”

Zaten torunlarına da kendi öz torunları gözüyle bakıp çok sevdiler. Sevginin ne kadar önemli olduğunu biz onlardan da gördük. Birbirlerini ölene kadar sevdiler. Hayatının son üç senesi babam yatalaktı. Odasını değiştirmek zorunda kaldığımızda bile annem yine hiç yanından ayrılmamıştı.

Hep derdik: Saygı sevgiyi, sevgi aşkı getiriyor.

Biz Alpay’la birbirimize ‘can’ derdik. Sadece kızdığımız zaman isimlerimizle hitab ederdik.

Otomatik olarak yaptığımız bazı şeylerimiz vardı. Mesela bizde sofraya ve yatağa küs girilmezdi. İnsanlık hali, bazen sinirli olduğumuz zamanda sesimiz yükselmezdi mesela. Yatağa girdiğimizde de zaten insanın eli değiyor ayağı değiyor dargınlık erkenden geçiyor.

Masada otururken de çocuklara hiç çaktırmamaya çalışırdık. ‘Bugün bizimkiler biraz ciddi’ diye düşünürlerdi. Eşim hiç sesini yükseltmezdi. Arada kızdığında yüzü kızarır odadan çıkar, sakinleşince dönerdi. Ama çocuklar da ona çok saygı duyar, üzmemek için ellerinden geleni yaparlardı. Dediğim gibi eşim çok özel bir insandı.

“İlk olarak herşey çok iyiyken politik iklim değişti.”

Bütün arkadaşlarımız arasında da hep sevilen, sayılan kişilerdik. Eşim çocukları da çok severdi, çocuklar da onu. Dostlarımız özel günlerinde hep bizi yanlarında isterlerdi. Eşim etrafına mutluluk, coşku saçan bir insandı. Tatiller ve pikniklerde beraber olmak için sanki yarış halindeydiler.

Hayatımıza giren acılar…

Ev Hayatımız hep böyle oldu. Ama talihsizlikler devam ediyordu.

O sene paramızı korumak için mecburen ‘ikinci gurbet’ dediğim Karşıyaka’dan bir ev aldık. Eşimiz dostumuz Küçükyalı civarında geride kaldı. O sene Nurşen’imizi de Alpay’ın çocukluk arkadaşının oğluyla istanbul’a gelin gönderdik.

Nurşen’in de çok mutlu evlilik hayatı var. Her zaman sizi örnek alıyoruz derler. Bir de bize güzel bir oğlan torun verdiler. Şu an üniversite fizik bölümü son sınıf  öğrencisi.

İlk olarak herşey çok iyiyken politik iklim değişti. Birkaç mahkeme kaybettik ve bazı benzinliklerimizi kapatmak zorunda kaldık. Durum değişmeye başladı.

Çoğu insan bu tür durumlarda bunalımlara girer ama biz saygımızdan, sevgimizden hiç ödün vermedik.

Oğlumuzun okulu neyse ki bitti ama o sene üniversiteyi kazanamadı. Askere gitti geldi ve hemen Ege Televizyonu’na girdi. O esnada Burcu diye bir kızla tanıştı. Biz de kendisini çok sevdik.

Kız arkadaşı 3 kızkardeştiler. Babaları da haliyle epeyce dikkatliydi. ‘Kızımla görüşmek isteyen gelecek, isteyecek ve bir ay içinde söz-nişan-nikah yapılacak’ gibi fikirleri vardı.

İlk etapta biz anneler tanışmaya karar verdik. Bu esnada çocuklarımız evlerini toparlıyorlardı. Eşyalar, mobilyalar satın alıyorlar, evlilik hazırlıklarını yapıyorlardı. Biz de bir yandan Burcu’yu istemeye gitmek için hazırlanıyorduk.

Bir senedir beraberlerdi. Yıl 1998 – 1999. Oğlum 27 veya 28, Burcu ise 21 yaşındaydı. Oğlumun iş seyahatine çıkması gerekiyordu. Günübirlik arabayla gidip gelecekti. Burcu da onunla gitmeyi çok istiyordu. Biz anneler pot kırmayalım diye aramızda konuşup haberleştik.

Şirketi iş seyahati için oğluma araba kiralamış. İkisi de çok heyecanlı yola koyuluyorlar. Burcu koltuğunu yatırıp yolda uyuyor.

Oğlum ilerde çevirme görüyor. Yavaş gittiği için sorun yok ama Burcu’ya, “Koltuğunu doğrult, yine kemerini tak.” diyor. Burcu doğrulmak üzere kemerini açınca ‘pat’ diye bir ses geliyor ve lastik patlıyor.

Araba dönmeye başlıyor, şerit değiştiriyor ve duruyor. Şok içinde birbirlerine bakıp sarılıyorlar.

Tam o anda arkadan yine bir ses. Çok hızlı gelen bir kamyon arkadan gelip oğlumun tarafına çarpıyor. Burcu’nun kemeri olmadığı için o çarpmayla kapı açılıyor ve arabadan yola fırlıyor. Oğlum sıkıştığı yerden çıkmayı başarıyor ve Burcu’nun yanına koşup sarılıyor. Her tarafına bakıyor; alnında ve dudağında yaralar var Burcu’nun ama iyi görünüyor ve kendisi de ‘iyiyim’ diyor. Hemen yoldan araba durdurup hastaneye gidiyorlar.

Oğlum işyerini arıyor ‘kaza yaptık’ diye. Ben çok telaşlanmayayım diye işyerindeki arkadaşları haber vermek üzere bana geliyorlar. “Kaza yapmışlar ama iyilermiş teyzecim, merak etmeyin.” dediler.

Ben tabii ki sakin karşılamadım, bir şekilde onları hastanede arayıp ulaştım, konuştuk. Cenk, “Anne, biz iyiyiz. Şimdi helikopter gönderecekler. Orada görüşürüz.” diye beni sakinleştirdi. Hep beraber Ege Üniversitesi Hastanesi’ne gittik.

Hemen esimi arayıp durumu anlattım. “Can, yanına ne kadar ne nakit alabilirsen al, orada buluşalım. Ameliyat filan gerekebilir, hazırlıklı olalım.” dedim. Hastaneye gittik. Ege Televizyonu’ndaki bütün arkadaşları oradalar zaten. Çok bekledik ama o helikopter bir türlü gelmedi…

Sonradan öğrendik ki Cenk ve Burcu elele ambulansla helikoptere götürülürken Burcu fenalaşmış. Parmakları morarmaya başlamış. Meğersem iç kanama geçirmiş. Cenk’i ayıramamışlar yanından, mecburen sakinleştirici verip uyutmuşlar. Burcu’yu orada kaybettik.

Helikopter beklerken telsizle haberi geldi. Çok büyük bir şok yaşadım. Onun acısı tarif edilemez.

Uzunca ambulansı bekledik.

Ambulans geldi.

Biri morga diğeri acile götürüldü.

Oğluma da sabaha kadar müdahale ettiler, yaşadı.

Burcu’nun annesine babasına haber vermek gerekiyordu. En büyük acı o. İş arkadaşları gidip almışlar ailesini.

Biz anneler o gün gideceklerini bildiğimiz için suçlu durumuna düşmüştük. Tek hatırladığım şey babasının bana gelip, “Emel hanım, sizinle konuşmam lazım.” demesi.

Ben gerisini hatırlamıyorum, bana sonradan anlattılar. O önde ben arkada gitmişiz. Bana her şeyi yapmaya hakları vardı. Yavrularını kaybetmişlerdi, canları yanmıştı. Benim oğlum ise canını kurtarmıştı. Bana kızmaya, küfür etmeye – her şeye hakları vardı.

Bana dönüp sordu, “Emel hanım, anlamıyorum neler oldu?”

Ben de açıkladım, “Niyetleri çok ciddiydi… Eşyalarını almaya başlamışlardı… İki aileyle de yakın olacak bir yerde ev arıyorlardı… Biz de zaten birkaç aya gelip sizden isteyecektik… Durum buydu.”

Durdu ve, “Bu Allah mukadderatı.” dedi. “Benim Allah’a ve yazgısına inancım güçlüdür. Sadece orada ne işi olduğunu anlayamamıştım.”

Ben de açıkladım, “Günübirlik gideceklerdi zaten. Burcu da çok istemiş yanında gitmeyi, öyle yola çıkmışlar…”

“Madem durum öyle, bu akşam nişanlarını yapıyoruz yarın da düğünleri olacak. Kız bundan sonra size ait,” dedi.

Anne tabii ki çok kötü durumdaydı.

Ertesi gün cenaze yapıldı.

Herkes için inanılmaz acı bir olaydı.

Cenaze olduğunu bilmeseniz kır düğünü zannedersiniz. O kadar çok genç vardi ki…

Burcu’yla Cenk’in arkadaşları, televizyondaki arkadaşları. Ellerinde çiçeklerle gelmişlerdi… Sanki gerçekten de nikah yaptık.

Kocaman bir buket beyaz kasımpatı yaptırmıştım. Oğluma o buketi verdim. Çiçeklerle mezarın içine girdi. Onu öperek veda etmeye çalışıyordu. En son çiçekleri koydu ona sarıldı… Zor çıkarttılar mezardan.

Cenaze sonrası onların evine gittim. İçeri girdiğim anda bağırmaya başladılar ‘katil’ diye. Geçtim oturdum sanık sandalyesinde gibi. Başımı önüme eğdim. Oğlum tedavi icin cenazeden sonra tekrar hastaneye gitmek zorundaydı.

Acıları büyük, haklılar.

Kıpırdayamıyorum.

Tek kelime söylemiyorum.

Sürekli içimden dua ediyorum ‘Allah’ım güç ver, Allah’ım sabır ver’ diye.

Elli iki gün her gün oğlumla gittik. Hem kırkını, hem elli ikisini yaptım. Hiç bırakmadım. Çok acı çektik.

Sevginin şifalı gücü…

Aşkın, sevginin her türlüsünü yaşadım. Karı koca aşkı, çocuk aşkı, gelin aşkı. Aşk, sevgi bunları yaptırıyor, insana o gücü veriyor.

“Aşkın, sevginin her türlüsünü yaşadım. Karı koca aşkı, çocuk aşkı, gelin aşkı. Aşk, sevgi bunları yaptırıyor, insana o gücü veriyor.”

Kazadan sonraki uzun zaman her gün oğlumla mezara gidiyorduk. Böyle yaşadık.

Cenk kendini odasına kapattı. Hiç yemek yemiyordu. Sürekli kendini suçluyordu. Ağır bir depresyon geçirdi.

Eşimle ona çaktırmadan kapısının dışarısında nöbet tutuyorduk. Eşim uyuyunca ben alıyordum nöbeti. Eşim sessizce balkonun kapısını çivilerle kitledi. Çok büyük bir bunalım yaşıyordu kendine zarar vereceğinden korkuyorduk. Devamlı kontrol ediyorduk kesici var mı, ilaç var mı diye.

Çözüm Ege TV’nin sahibi Erol bey’den geldi.

“Bir iş için onu Las Vegas’a vazifeli olarak gönderelim” dedi. Böylece Cenk’i Amerika’ya gönderdik. Geri gelince yine onu belgesel çekmek üzere görevlendirdiler. Hep bir şekilde böyle oyaladılar. Cenk yavaş yavaş kendine geldi.

Bu arada ben hala gidip geliyordum. Birinci sene mevliti bizim evimizde yaptık. Burcu çikolata çok severdi. Oğlum yoldan geçenlere bile sepetlerce çikolata dağıttı.

Bir gün Cenk bana geldi sarıldı, “Beni affedin. Size çok acı çektirdim. Şimdi farkına varıyorum.” dedi. “Siz her şeyi yaptınız. Ama artık geride bırakalım. Artık ziyarete gitmek yok, mezara da gitmek yok.”

Zaten mezar bakım masraflarını da ödemiştik. “Artık vicdanim çok rahat annecim.” dedi. Onlarla da konuştuk ve bu kapıyı böyle kapattık. Zaten devam edemezmişim.

Bunu yapacak gücü bulmayı ailede birbirimize olan sevgimiz ve bağlılığımıza veriyorum. Bu aşkın sevginin bağlılığın gücü her şeyi yaptırıyor.

İnsan evlenince küçücük bir halka oluşturuyor. Ama aşk sadece iki kişi değil. Aşk halkaları büyüterek  devam ediyor. O halkaya cocuklar, dostluklar, akrabalar ekleniyor, gittikçe güçleniyor. Aşkın büyüklüğü böyle yaşanıyor.

Bu arada sadece çocuklar şart degil. Anne ve babayla, kayınvalideler ve dostlarla: Aşkı öyle büyütmek lazım.

Oğlum o kötü günleri geride bıraktı ama talihsizlikler devam etti.

Arkadan gelip onlara çarpan bir kamyon vardı. Kamyon hızını alamayıp Cenk’e çarptıktan sonra ilerideki çeviri yapan polislere ve secim aracına çarpıyor. Bir polisin de ölümüne neden oluyor. Durmadan önce birkaç aracı daha parçalıyor. Kamyon şöförü de yaralanıyor. Cenk sadece sebebiyet kurbanı.

Bize kazadan dolayı Kuyucak’tan bir avukat tutun dediler. Araştırıp iyi dedikleri bir avukat bulup vekalet verdik.

Avukat bizi arada arıyordu harç veya masraf çıktı diye, gönderiyorduk.

İki sene sonra mahkemeler bitmiş ve bütün sonuçlar bizim aleyhimize olmuş. Bizim sonuna kadar hiç haberimiz olmadı.

Günün birinde kapı çalınıyor ve bir mektup geliyor. Kazayla ilgili ortaya çıkan bütün hasarlar ve masrafları, avukat ücretleri ve gecikme faizleriyle bizen ödenmesi talep ediliyor.  Onbeş gün içinde odemeleri yapmamız lazım. Yoksa icra geliyor yazıyor.

Daha biz bunun şaşkınlığı içindeyken ikinci bir kağıt geliyor. Vefat eden polis Bağkur’luymuş.  Bağkur bizi mahkemeye vermiş meğersem ve kaybetmişiz. Cenaze masraflarını istiyorlar vs vs.

O kadar talihsizlik yağdı iki arka arkaya. Avukatımızın yanlışlığının ceremesini biz ödüyorduk.

Ne yapacağımızı düşündük. Şikayette bulunmamaya karar verdik. Tekrar mahkemeye gitsek silbaştan bütün olaylar anlatılacak, ispatlar istenilecek, acılar tekrar yaşanacak, yaralar açılacak. Oğlum depresyonundan daha yeni kurtulmuştu.

Sırf para uğruna bunları yapmak istemedik. Cenk’imiz yaşıyordu, bizim için en önemlisi buydu.

Her şeyi kabullenmeye karar verdik. Hemen ardından bir ödeme fırtınasına giriştik. Yeni bir avukat bulduk sürekli koşuşturup sürekli bir şeyler ödüyoruz . Meblağlar o kadar yüksek ki; Mahkeme masrafları, cezalar, cezalarının faizleri – anlatılacak gibi değildi.

Oturup konuştuk ailecek ‘ne yapabiliriz’ diye. Çeşitli çözümler bulduk.

“O zamana kadar hiç bir rahatsızlığı olmayan ve sağlıklı yaşayan Alpay zayıflamaya ve halsiz kalmaya başladı.”

Aramızdaki sevgi yine moralimizi yüksek tutmamızı sağladı. Ben biliyorum ki ben üzülürsem, oğlum üzülecek, eşim üzülecek. Onlar üzülürse ben daha da üzüleceğim. Onun için hepimiz moralimizi yüksek tutmaya gayret gösterdik. Yine birbirimize tutunarak atlattık o günleri.

Birbirimizi ayakta tuttuk…

Aradan bir iki sene geçti, geçmedi. Yıl 2000.

O zamana kadar hiç bir rahatsızlığı olmayan ve sağlıklı yaşayan Alpay zayıflamaya ve halsiz kalmaya başladı. Zorla ona aile dostumuzun genel cerrah olan oğlu Baha’ya götürmeye ikna ettim.

Tahliller ve kontroller sonucu lenfoma kanser olduğunu öğrendik. Sadece birbirimiz baktık ve hiçbirşey söyleyemeden ayrıldık. Baha bile…

Eve uzun müddet gidemedik. Saatlerce hiç konuşmadan yürüdük.

Eve gelince bana sarıldı, ‘Sizi üzmeden bu illetten kurtulacağıma size söz veriyorum.” dedi.

Oğlum yine çok üzüldü.

Altı ay hastanede yattık. Hücre transplantasyonu oldu. Amerika’dan kök kit getirdik. Maddi durumumuz zorlanmaya başlamıştı. Ama Allah bize yine yardım etti.

Cenk bir işten alamadığı paraları yüzünden mahkemelik olmuştu. Tam ihtiyacımız olduğu zaman mahkeme sonuçlandı ve Cenk’e toplu ödeme geldi. Böylece eşimin tedavi masrafları sağlandı.

Bu zorlu süreci de atlatmak üzereyken aniden bir darbe daha geldi.

Kazadan önce bazı benzinliklerimiz elimizden alınmıştı. Biz de elimizde kalan birikimlerimizi toparlayıp bir fabrikaya yüzde 5 hisseyle girdik. Aynı zamanda Alpay oranın genel müdürlüğünü de yapıyordu.

Alpay hastanede yatarken muhasebeci maaşını getiriyordu. Oradan gelen maaşla hastane masraflarını karşılıyorduk. Özel odamız vardı çünkü altı ay kaldık hastanede. Muhasebeci üçüncü ay da maaşını getirdi ama dördüncü ay ortadan kayboldu. Yapmamız gereken ödemeler var ama maaş ortada yok!

O esnada Cenk yeni bir prodüksiyon şirketine girmişti. Kimseye söylememiş babasının hastalandığını. Zaten bu tür şeyleri asla alet edecek yapıda bir aile değiliz. Çok mecbur kalmadıkça söylemeyiz.

Ben fabrikaya telefon ediyorum hiç bir ses yok – kimse telefonu açmıyor. Özel oda parası, tedaviler… Paraya çok ihtiyacımız var. Cenk’e gidip fabrikaya bakmasını rica ettim.

O sıralarda memlekette yine kriz yaşanıyordu. Gerçek ortaya çıktı. İki ortak meğersem fabrikayı satmaya karar vermişler. Bize maaş belgesi diye imzalattıkları evrak da satış sözleşmesiymiş. Biz bakmadan imzalıyorduk. Haberimiz olmadan Alpay’ın hisseleriyle beraber fabrikayı satmışlar. Orada arabamız da duruyordu, o da yok olmuştu.

Bu esnada eşime hiç birşey çaktırmıyoruz. Daha çok ağır tedaviden yeni çıkmış, bağışıklık sistemi sıfır, hiçbir üzüntüye gelmemesi lazım. Bir yandan tüm paramızı birleştirdik, çok dikkatli davranıyoruz: Taksilere binmiyoruz, ekstradan hiçbir harcama yapmıyoruz.

Mecburen eşime, ‘Ortaklar yurtdışında, dönene kadar muhasebeciye bir şekilde idare etmesini söylemişler, kısaca bir süre fabrikayı kapatmışlar’ diye bir hikaye uydurduk, onu oyaladık. Bir yandan da paraya zaten hiç ihtiyacınız olmadığını, birikimlerimizin çok olduğunu anlattık. “Sakın endişe etme, her şey gayet güzel durumda, hiçbir sorun yok.” dedik.

Zaten gördüğü tedavi sonucunda algılarında bir zayıflama vardi. Hem iyi hem kötü bütün hücreler çok zarar gördüğü için tedavinin böyle bir etkisi vardı. Ölen hücrelerin yerine yeni hücreler geliyor ve adaptasyon sonradan başlıyor.

Bir sonraki ay yine maaş gelmeyince ‘Eve bırakmış, buraya uğrayamamış’ gibi hikayeler uydurduk yine. Bir yandan da avukat ve muhasebeci peşindeyiz. En nihayet muhasebeciyi bulduk, konuştuk. “Madem fabrika satıldı, bizim hissemize düşen payı alalım.” dedik. Bize “Tabii.” dedi… ve ortadan yok oldu.

Nekahet devrini geçirdik, eşim kuvvetlendi. Bir yandan oğlumuza, “Git arabayı getir, ihtiyacımız var.” diyor, ofisinden eşyalarını istiyordu. Cenk ne desin? “Tamam babacığım.” diyordu.

Bir sonraki hafta yine soruyordu, “Oğlum hani araba, hani eşyalarım?” diye. Cenk de oyalıyordu “Çok işim vardı, gidemedim.” diye. Babası haklı olarak kızıyordu Cenk de sürekli özür dileyip bir sonraki haftaya söz veriyordu.

Biz onun önünde de gülümsüyor, dışarıda ağlıyoruz.

Eşimin sağlığı gittikçe iyileşti. Ancak kuvvetlenip kendine gelince açıkladık durumu. Çok ağır geldi, çok zor kabullendi.

Hayat devam etti. Kader acısıyla, tatlısıyla, gücümüzü yine çok zorlayacaktı…

Üçüncü Bölüm

İyileşme yolunda adım adım

Bu arada sene 2005. Alpay normalde çok hayat dolu, çok aktif bir insandı. Şirkette ona danışılmadan hiçbir şey yapılmazdı. Tabii artık fabrika ve iş olmayınca evde inanılmaz sıkılmaya başlamıştı.

Bütün bunları düşünerek taşınmaya karar verdik. ‘En azından bahçeyle oyalanır.’ dedik. Amacımız Kemalpaşa civarında düşük kirayla bir eve çıkmak.

Arkadaşım amacımızı duymuştu. Çeşmealtı Yelkenkaya Sitesi’nde oturuyordu. Orada kiralık evi bulunan bir arkadaşına bizim numaramızı vermiş. Günün birinde telefonumuz çaldı ‘İyi günler, siz ev arıyormuşsunuz’ diye.

Ben anlayamadım, “Pardon, kimsiniz?” diye sordum.

Kim olduklarını açıkladılar. Meğersem eskiden bazı kiracılarından çok çekmişler ve tanıdıkları bizi önerince çok içlerine sinmiş. Karı-koca bizi ayrı ayrı arayıp ısrar ediyorlar, ‘Gelin, bakın’ diye.  Bizim maddiyat sıfır durumda. Çeşmealtı civarından arıyorlar ve ben biliyorum ki oraları çok pahalı.

Bir gün oğlumu da aramışlar. Alpay’ın da rutin kontrol günü yaklaşıyor. Normalde sabahtan kan verip akşam alıyoruz sonuçları. Çok uzak değiller birbirinden. ‘Sabah kan veririz, Çeşmealtı’na gidip balık yeriz, onlara uğrarız, eve bakar, nazikçe “Hayır” der, döneriz’ diye düşündük.

Bu arada Alpay’ın hiç haberi yok hala para durumumuzdan. Ona da anlattım ‘Gidip balık yiyeceğiz, eve bakıp döneceğiz’ diye.

İşlerimizi hallettik ve öğlen eve vardık. Dağın üstünde, kocaman çam ağaçları dolu bahçeli, mis gibi deniz manzaralı, muhteşem bir ev.

Ben, Cenk ve Alpay arabadan indik. Biraz yürüdük. Bizi önce iki tane kaplumbağa karşıladı. Hava biraz serindi. Ben Alpay’ın hırkasını almak için arabaya döndüm. Ben hırkayı alıp döndüğünde Cenk ev sahibinin elini sıkarak, “Burayı tutmaya geldik.” diyordu.

Şaşırdım, Cenk’e baktım. Bana kaş göz yaptı.

Ev sahibi, “Ama daha anneniz görmedi bile burayı.” dedi.

Cenk, “Annem biliyor zaten burayı. Hep buralara gelip gidiyoruz. Arkadaşları var.” dedi.

Ev sahibi bir taraftan ‘Anneniz görsün’ diyor bir taraftan da anahtarı veriyor. Ben ise şoktayım!

Etrafa bakıyorum Alpay bahçede kaplumbağaları seviyor. Aralarında bir de siyah kedi katilmiş, onunla oynuyor. Ben kimse görmezken Cenk’e kaş göz yapıyorum, o bana “tamam.” diyor.

Ben, “Nasıl tamam?!” diyorum.

“Anne anlatacağım.”

Ben hiçbir anlam veremiyorum; Bu çocuk ne yaptı? Nasıl? Neden?

Bir baktım anahtarları aldık, anahtarla beraber döndük. Yani evi tuttuk!

Yola koyulduk, doktora uğrayıp sonuçları aldık. Alpay’i eve getirdik. Onu orada bırakıp market bahanesiyle evden çıktık.

Cenk’le yalnız kaldığımızda hemen sordum “Ne yapıyorsun?!” diye.

“Anne dediğini siz de duysaydınız aynı şeyi siz de yapardınız.” dedi.

“Neyi?” dedim.

“Anne, siz hırka almak için arabaya dönmüştünüz. Babam öndeydi. İki tane kaplumbağa gördü. Sonra küçük siyah bir kedi yavrusu geldi. Babam, ‘Aman Allah’ım.’ dedi. Sonra döndü çamlara, denize baktı ve ‘Benim burada ömrüme ömür katılır’ dedi.”

Olay orada bitmiş.

“Anne, siz bu şekilde hayır diyebilir miydiniz?” dedi.

“Doğru.” dedim “E nasıl olacak?”

“Evi satacağız, ne var? Önemli olan sağlık ve mutluluk değil mi? Yine olur ileride evimiz.”

“Tamam çocuğum satıyoruz.” dedim.

Böylece  Çeşmealtı’na taşındık. Oğlum evin altı aylık kirasını ödedi. O evde çok mutlu yaşadık.

Kedilerle, kaplumbağalarla, çok keyifliydi. Ben ilk defa müstakil evde yaşıyordum. Böceklerden inanılmaz korkarım. Eşim oradaki çalışanları tembih etmiş böcek görürseniz eşime sakın söylemeyin diye. Birbirimize böyle dikkat ederek çok mutlu yaşadık orada.

“Babam, ‘Aman Allah’ım.’ dedi. Sonra döndü çamlara, denize baktı ve ‘Benim burada ömrüme ömür katılır’ dedi.”

O arada bir ev almaya karar vermiştik. Herkes çok yardımcı oldu. Orada bir Ziraat Bankası ve muduru Yusuf bey vardı. İnsan gibi insan. Başımızdan geçenleri ona anlattık ve bize çok yardımcı oldu.

Bize tedaviye gerekebilecek parayı bir kenara koymamızı söyledi. “Kendi gücümü kullanarak oğlunuza ev kredisi çıkartacağım.” dedi. Böylece yine ufak bir ev aldık İzmir’de.

Yusuf bey’e çok dua etmişimdir. O paraya iyi ki dokunmamışız çünkü çok ihtiyacımız oldu.

Maalesef eşimin hastalığı altı ay sonra tekrarladı. Çok agresif bir şekilde dönüş yaptı.

Sıvı radyasyon tedavisi mucizesi ve biz…

Yine tedavilere başladık.

Yeni bir tedavi yöntemi vardı. Türkiye’de sıvı radyasyonla tedavi gören beşinci kişi olacaktı Alpay. Doktor, “Bu yeni tedaviyi olursa sorunsuz yaşar.” dedi. Biz bunu duyunca çok heveslendik.

Diğer dört kişiyi de bulduk. Tabi hepsinin hali vakti yerindeydi. Bizim için önemli olan bu tedavinin faydalı olup olmadığıydı. Baktık ki hepsine gerçekten çok iyi gelmiş, sağlıklı yaşıyorlar.

Bir sorun vardı: Sigorta bu tedaviyi maalesef karşılamıyordu. Doktor sebebini açıkladı: Çok yeni bir tedaviymiş ve sigortanın daha kitabında yokmuş.

Cenk’e, “Ne yapacağız çocuğum?” diye sordum.

“Ödeyeceğiz anne, başka çaremiz yok.”

Ama benim aklımda sigorta vardı…

Aslında çok çekingenimdir ama gerektiği yerlerde Allah hep bana gereken gücü vermiştir. Sigortayla konuşmaya karar verdim.

Tüm raporları topladım.

Tüm yolları öğrendim.

Doktorlar, başhekimler, ilaç şirketleri, sigorta yetkilileri, nükleer tıp bölümleri, hepsini öğrendim.

‘Bana dua edin.’ diyip çıkıyordum her seferinde.

Kıyafetime çok dikkat ediyordum.

Hep üstümde ceket, pantolon, elimde dosya, arkamda sevenlerin duaları ve Allah’ın verdiği güçle kapılar açıldı.

İnsanlar beni dinliyorlardı, derdimi anlatabiliyordum.

O kadar özel bir tedaviydi ki. İlaçlar Almanya’dan jetle özel getirilmek zorundaydı. Organ nakli bile daha kolaydı.

Türkiye’de bunu yapabilecek bir tek profesör vardı o da Ankara’da biriydi. Onun da getirilmesi lazımdı. Geldikten sonra burada iki tane doktora eğitim vermesi gerekiyordu. Tabi bunların hepsi paraydı…

Sigorta kabul ederse o ödeyecek yoksa biz ödeyecektik. En azından ilacı ödese yükümüz epeyce azalacaktı. Ben ona razıydım, en azından biraz paramız kalacaktı çünkü artık bu son paramızdı. Satacak birşeyimiz kalmamıştı.

En kötü ihtimalle bize yetişmese bile, en azından bizden sonrakilere faydalı olsun diye düşünüyordum.

Ve başardım!

Bir buçuk ay sürdü.

Toplantılar, evraklar, dosyalar, raporlar…

Ve Ankara Sağlık Bakanlığı’ndan kabul geldi – sigortaya kabul ettirdim! Böylece bir ilki başlatmış oldum ve bizden sonrada bir çok insan da tedaviden yararlandı.

Mehmet diye ilaç firmasından bir arkadaşımız vardı. O da bu konuda çok çaba göstermişti. Geçen sene onu da gördüm. “Ablacığım kucaklayayım!” Dedi, sarıldık.

“Sayenizde o kadar kişi faydalanıyor ki bu tedaviden!” dedi.

Benim için çok önemli bir konuydu bu. Buradakileri de eğitmişler zaten Ankara’dan doktor getirmeye de gerek kalmamış.

Artık jetle ilaçları geliyor, Mehmet kardeşimiz koşarak havaalanına gidiyor ve hastaneye getiriyor. Sistem tıkır tıkır işliyor.

Böylece sigorta bir kısmını karşıladı. Cebimizden çıkan  ödemeleri hallettik. Alpay’ı kurtardık. Çok sağlıklı yaşadı. Sürekli kontrollere gittik ve hep iyi çıktı. Arada ufak tefek bir şey çıktığında bir kemoterapi, veya ufak bir ameliyatla hallettik. Onun dışında çok iyi yaşadı.

Bahçesiyle uğraştı, seyahatlere gittik, yürüyüşlerimizi yaptık.

Biz misafir çok severiz, sürekli evde bir ziyafet vardı.

Hiç kimse anlamadı normal hayat devam etti.

Onu hep mutlu yaşattık.

Ailemiz sevgiyle doldu, büyüdü…

İstanbul’da yaşayan ablamın kızı ilkokul 3’te konservatuarın piyano bölümde okuyor ve sınıf arkadaşı Nil ile kanka oluyor.

Nil’i ailecek çok seviyorlar, hatta ablam hep ‘benim 2 kızım var’ diyor ama İstanbul’a gittiğim zamanlar bir türlü denk gelmemiş, tanıma fırsatım olmamıştı.

Seneler sonra ablam bana Izmir’e gelirken ‘Nil kızımı da getirebilir miyim?’ diyene kadar.

Aylardan Mayıs ve Nil’imizi tanıdık.

Çok başarılı bir konservatuvar mezunu piyanist olmasına rağmen televizyonculuk hep daha çok ilgisini çekmiş ve 2 sene televizyon bölümünde okumuş. İş olarak da o tarafa yönelmiş.

Istanbul’un önde gelen yapım şirketinde çalışmış ama o günler bir süreliğine ara vermişti. Bodrum’daki yazlıklarında biraz vakit geçirip Istanbul’a geri dönüp, yine çalışmaya başlayacaktı.

Ama ondan önce ablamla  Izmir’e mitinge gelmeleri gerekmiş. Beraberce bana kalmaya geldiler ve 3 gün misafirim oldular.

Cenk ile Nil bu şekilde tanıştılar.

Cenk Nil’in de televizyonculukla ilgisi olduğunu görünce, “Gelin, sizi yanımda çekime götüreyim.” dedi. İki gün beraber çekime gittiler.

Üçüncü gün, Nil’in babası geldi bizimle yemek yedi ve Nil’i alıp Bodrum’a yazlıklarına götürdü.

Onlar gittikten sonra oğlum bana geldi, “Anne size bir şey söylemem lazım: Biz Nil’le evlenmeye karar verdik.” dedi.

Yıldırım aşkına tutulmuşlar. Ruhları, kalpleri, huyları, yaşam şekilleri bir. Her şeyi bulmuşlar birbirlerinde. Onların da arasında 13 yaş var. Bizim genetiğimizde var herhalde, çok enteresan.

Mayıs’ta geldiler 29 Haziran’da söz kesildi, Ocak’ta nişan yaptık, öbür senenin Eylül’ünde de evlendiler.

Oğlum zaten bu hayatta geçirdiklerinden dolayı çok erken olgunlaşmıştı. Doğruyu yanlışı, mesuliyeti genç yaşta öğrendi. Bağlılık konusunda zaten temeli vardı onu devam ettirdi. Çok sağlıklı, derin, güzel bir ilişkiye çapa attı.

Gelinimin ailesi muhteşem bir aile. Çok mütevazi, olgun, sevgi dolu bir aile.

İki ailenin düşünceleri bir. Çocuklarımız için varız.

“Aslında çok çekingenimdir ama gerektiği yerlerde Allah hep bana gereken gücü vermiştir.”

İzmir’deki evi hem gelinimin, hem ailesinin evi görmelerini istedik. Evi çok uygun fiyata aldığımız için epeyce tadilata ihtiyacı vardı. Oturmaya karar verdikten sonra tadilata başladık.

Benzer hayatı hikayeleri aslında. Nil’in de annesi babası 12 yaşında ayrılmış ve baba tekrar evlenmiş. Ama hiçbiri kopmamış. İstanbul’da Moda’da yaşıyorlar.

Yalnız tam evlenmeden önce Alpay tekrar hastalandı. Küçük bir operasyon gerekti. Arkasından kemoterapiye ve radyoterapi oldu. Doktor kendisini yormaması lazım dedi.

Nil’in ailesi lafını bile ettirmediler. Her şeyin düzene girmesini beklediler sonra nikah yaptık.

Vücuttaki her şey değişince Alpay’in huyunun da değişmesini beklemiştik ama değişmedi. Dinlenmesi lazım ama durmuyor. Sürekli bahçeyle uğraşıyor kimseden de yardım kabul etmiyor.

Doktor, “Artık yavaş yavaş vücut bırakıyor kendini.” dedi. Zaten kemoterapilerden sonra çok hızlı bir yaşlanma gerçekleşiyor vücutta.

Baktık olacak gibi değil. “Oğlum, biz burada kalırsak baban kendini çok yoracak. Düz ayak bir yere çıkalım.” dedim ve  düz ayak, Çeşmealtı’nda daha küçük bahçeli bir yere geçtik. Orada da dört sene çok mutlu yaşadık.

Her ay kontrole gidiyorduk. Son zamanlarda sıkıntıları iyice artmıştı ve sürekli hastaneye gidiyorduk. Prostat dahil birkaç ameliyat daha oldu. Gidip bir kaç hafta yatıp geri geliyoruz.

Bu arada hala oturmuyor yerinde. Kendine kahve yaparken, “Can, sen de ister misin?” diye bana da sorardı. Bize sürpriz yemekler hazırlardı.

Yavaşlamalar…

Ama gittikçe yavaşladı, iyice güçsüzleşti. Bakıyorum merdivenleri teker teker inmeye başladı.

Aylık kontrolleri için Cenk’le Nil götürürdü bizi arabayla. Kontrol vakti gelmişti ama ‘gelecek hafta gideriz’ diyip duruyordu. Bir sonraki hafta yine söz verip, yine tatlı konuşup erteliyordu. Bizi bir ay böyle oyaladı.

Baktım bizi kandırıp duruyor. Çok da tatlı, kıramıyorduk. Lafını dinlediği bir dostumuz vardı. Ona rica ettim ‘Lütfen Alpay’la bir konuşun, kontrolüne gitmiyor.’ diye. Konuştular.

Bana aylar sonra söyledi: Alpay ona demiş ki, “Ben artık uzatmaları oynuyorum. Bu sefer gittiğimde artık dönemem biliyorum.”

En nihayet razı oldu.

Hastaneye gittik.

Bırakmadılar.

İki ay yattık.

Dediği gibi, dönemedi.

Meğersem yeni bir kitle çıkmış bize söylememiş. Bizim bir operatörümüz vardı. Alpay, “İlk önce ona gidelim kitleyi alsın. Sonra üniversitedeki hastaneye geçeriz.” dedi.

Oraya varınca ilk defa sandalye istedi. Oraya kadar tutmuş kendisini.

Doktorumuz bir baktı ki her yere yayılmış artık. Göndermek istemedi ve oraya yatırdık. Neyse ki son günleri kötü geçmedi. Ağrısı yoktu, halbuki olması gerekiyordu.

Biz çok koşturduk. Doktorları arıyoruz, ağrı bantları arıyoruz ama o iyiydi. Çok sevdiğiniz bir hasta bakıcımız vardı. “Hiç böyle bir hasta görmedim Emel abla, nur saçıyor.” derdi.

Hastanedeki doktorların ve hemşirelerin davranışları hep çok düşünceli, sevgi ve saygı doluydu. Bize en rahat odaları verdiler, temizlik konusunda hep çok özen gösterdiler.

Alpay birinci ayın sonunda iyice güçsüzleşti. Mamayla beslenmeye başladı. O zaman bile yemekler nasıl diye sorduğumda rahat konuşamadığı için bana işaret ederek beğendiğini belirtirdi. Ona göre her şey güzeldi, bu durumunda bile.

Sonra halüsinasyonlar görmeye başladı. Hep, “Her yer çok güzel, yeşil, mavi ağaçlar… Çok güzel! Bahar geldi,” diyordu. Elma bahçesindeydi, “Elmaları toplayalım.” diyordu.

Artık konuşması iyice zorlanmaya başlamıştı. Yazarak konuşuyordu. Bir gün Ege hastanesinde onu tedavi eden doktorların ve bas hemşiresinin isimlerini yazdı.

“Çağırmamı mi istiyorsun?” diye sordum başını salladı.

Çağırdım doktorlarını o hafta, hepsi uğradı. Hepsine teker teker teşekkür edip veda etti. Ondan bir hafta önce da bizi hazırlamıştı zaten.

Doktorlar son hazırlıkların yapılmasını  söylediler. Yine elele ailecek hazırlıkları yapmaya başladık. Beraberce mezarını seçtik, ailecek kararlarımızı verdik.

“Bu arada hala oturmuyor yerinde. Kendine kahve yaparken, “Can, sen de ister misin?” diye bana da sorardı. Bize sürpriz yemekler hazırlardı.”

Son günleri çok güzel geçti. Çoluk çocuk, torunlar, herkes oradaydı.

Alpay artık konuşamıyordu. Ama masmavi gözleri pırıl pırıldı. Bize gözleriyle sevdiğini, teşekkürlerini anlatıyordu. Herkese gülücükler dağıtıyordu. Huzur dolu bir vedaydı. Gidene kadar bizi  üzmemeye uğraştı.

O hafta sonu öyle geçti. Pazar günü herkesi gönderdim. Biz Aysen kızımla kaldık. ‘Yarın siz gelirsiniz, biz de eve gidip duş alıp döneriz’ diye anlaştık.

Ben de hissettim herhalde. Odadaki eşyaları dağıtmışım. Sadece çantalarımız kalmıştı. Onları da alıp çıkmaya hazırdık.

Pazartesi günü çok rahat uyuyordu. Arada oksijen veriyorduk. Vizite saati gelmişti. Doktorlar gelince ben kapıda bekliyordum. Biraz uzun sürdü o gün. Doktorlar giderlerken bana 15 dakika sonra oksijeni kapatmam hakkında talimat verdiler.

Her gün Ayşen’le gazete okuyup kahve içerdik hastanede. Ayşen aşağıya onları almaya gitmişti. Gazeteyi almayı unuttuğu için geri dönmüş onun için bana dönmesi uzamış.

Allah her şeyi nasıl ayarlıyor; böylece yalnız kaldık Alpay’la.

Onbeş dakika geçti. Maskesini çıkarttım. Yastığı biraz dik geldi gözüme boynu ağrımasın diye onu düzeltiyordum. Elimi yastığını altına sokunca gözlerini açtı. Bana göz işareti yaptı. Bana bir şey söyleyeceğini zannettim iyice yaklaştım. Yine bana anlamlı anlamlı baktı. Sonra gözlerini kapattı.

“Can? Can…” dedim ama artık hareket etmiyordu. Gözünden bir damla yaş aktı. Baka kaldım. Nefes gelmiyordu artık. Son nefesini orada vermiş.

Aşk ve sevgiyle başladı ask ve sevgiyle bitti.

Son yolculuğuna hazırlarken bir baktım onu çok seven hasta bakıcımız üzerinde pembe güller olan bir çarşaf getirdi. O da nereden geldiğini bilmiyordu ama son çarşaf oymuş. Alpay’ı o güzel pembe güllü çarşafa sardık. Herkes ‘Özellikle mi getirdiniz?’ diye soruyordu.

Cenk ve diğerleri zaten hemen hastaneye geldiler. Ama cenaze için diğer şehirlerden gelecekler vardı. ‘Cenazeyi öbür gün yapalım’ dediler.

Kıramadım, bir şey de diyemedim ama benim en büyük korkularımdan biri hep morgların çekmeceleri olmuştur. Bir yandan da çekmeceye girecek diye çok içim sıkıldı. Ama bir baktım ki morg dedikleri tek tek kabin gibi odalar. Işıkları sürekli yanan pencereli yerler hepsi. Ben böyle bir şey hiç görmemiştim. Sedyeyle getirip odaya koyuyorlar. Çok şükrettim.

Bir Temmuz 2013’te kaybettim eşimi. Üç Temmuzda cenazesi olacaktı. Yazın ortasıydı ve  çok sıcaktı. Götürmek için araba gelmek üzereydi. Açık cenaze arabası gelir diye çok tedirgin oldum. Bir baktım o açık, yeşil arabalardan geldi. Üzüntü bastı. Keşke o kapalı arabalardan olsaydı, o yolu sıcakta gitmeseydi diye içimden geçirdim. Bozyaka’dan Çeşmealtı’na gidecekti çünkü.

Bir baktım bir şeyler oldu yetkililer, “Kusura bakmayın acil şey çıktı. Sizin zaten aceleniz yok. Size başka bir araç gelecek.” dediler. Elimize evraklarımızı tekrar tutuşturup gittiler. Gerçekten de çok vaktimiz vardı, erken gelmiştik.

Aradan biraz vakit geçti. Bir baktık ki onun yerine mis gibi, bembeyaz, kapalı cenaze arabası geldi.

Ne kadar şükretsem az. Tüm duaların kabul oldu. Bunların hepsi aşkın, sevginin, bağlılığını devamı.

Çeşmealtı’na cenazeye geldiğimizde yazın kavurucu sıcağına rağmen İstanbul’dan kardeşlerimin, Bursa’dan akrabalarımın, İzmir’den bütün dostlarımın ve arkadaşlarımın orada hazır beklediklerini gördük. Çocuklarımla, torunlarımla, dostlarımla birbirimize elele güç kuvvet vererek hep beraber Güvendik Mezarlığı’na yerleştirdik.

Alpay’ı bir kere rüyamda gördüm. Cenaze sonrası toplanılıp yemekler yenilir ya? Ben rüyamda mutfakta hazırlık yapıyorum. Herkes yemek getirmiş, her yerde yemek var. Belediyeden yemek yardımı hep yapılır, o da gelmiş.

Bir bakıyorum pencereden Alpay orada durmuş bana gülümsüyor. Eski, sağlıklı halinde. “Demek ki sen ölmedin!” diyorum, çok seviniyorum. Yukarı koşup çocuklara  haber veriyorum, “Cocuklar, babanız ölmedi! Geri döndü, çok iyi durumda! Hem de tanıştığımız günlerdeki gibi gencecik.” Bir yandan da ‘O kadar çok yemek getiren oldu ki, simdi komşulara ne diyeceğim?’ diye şaşırıp kalmıştım. Güzel bir rüyaydı…

Allah bana yine kuvvet verdi. Yedisine kadar dualarını ben kendim okudum.

Sanatla şifalanmak…

Yalnız o evde oturmak bana çok zor geldi. Hep gözümün önünde o var. Merdivenlere geldiğimde nefes alamıyorum, çok üzgünüm. ‘Ben burada yaşamam’ dedim. Bir de hayatımda ilk defa yalnız yaşamam gerekecekti artık.

O günleri çok hatırlamıyorum ben. Çok üzüntü içindeydim. Ama herkese ben buralardan ayrılmak istemiyorum diyormuşum. Yeni bir ev lazım ama buralardan olsun diyormuşum.

Şimdiki evimin hikayesi şöyle.

Bir arkadaşım bana dedi ki, “Emel, bizim üst kattaki daire  üç sene boştu. Ev sahipleri en nihayet kiraya vermeye karar vermişler ve bir hemşire arkadaşımız sekiz ay önce tutmuş. Tam sana göre bir evdi… Keşke orası olsaydı.”

Ben de “Kısmet.” demişim. Hatırlamıyorum.

Birkaç gün sonra aynı arkadaşım geldi, “Müjde Emel!” dedi, “Hemşire hanım nişanlanmış, evden çıkıyor. Gel de bak hemen, beğenirsen tutalım.”

“Görmeme gerek yok dört duvarı, çatısı var, sizlere de yakın – tutalım.” dedim.

Ev olayı da böylece halloldu. Bu da Allah’ın bana büyük bir lütfu, hediyesiydi.

Çocuklarla beraber el ele verdik, eşyaları azalttık. Alpay’la beraber aldığımız birkaç parça eşya dışında her şeyi dağıttık ve evime taşındım.

Kendiliğinden evim olmuştu yine.

Alpay’ın sigorta işlemleri için gittiğimde ise orada bir hanımla konuşuyorduk. O da daha yeni tayin olmuş Çeşmealtı’na, ev arıyordu. Onu da hemen eski evimize götürdüm, da o orayı tuttu.

Bir hafta çocuklar benimle kaldı.

‘Artık herkes kendi hayatına dönmeli ben iyiyim, alıştım.’ dedim ve herkesi gönderdim. Karanlıktan korktuğum için ilk günlerde hem bütün ışıklar açık hem de her yerde fenerle uyuyordum. Bir, iki defa çocuklarım da sesim kötü geliyordu diye telaşlanıp ta Izmir’den yanıma geldiler gece yarısı.

Hiç alışmayana yalnız kalmak çok zor ama alışıyorum.

Sonra yıllarca biriktirdiklerim yüzeye çıkmaya başladı. Çok üzüntülüyüm. Baktım iyileşemiyorum en nihayet doktora gittim. İlaç kullanmayı zaten sevmem özellikle bu tür ilaçların beni daha da kötü edeceğini, alışkanlık yapacağını da biliyordum, ve bunu doktora anlattım.

“O zaman mutlaka bir şeyle uğraşmanız lazım.” dedi doktor. “Ben dikiş-nakış bilmem ki…” dedim. Doktor ısrar etti ‘Mutlaka bir şeylerle uğraşmanız lazım’ diye.

Ben ne yapayım diye düşünürken bir arkadaşım geldi. Kendisini Türk sanat müziği korosuna yazdırmıştı, “Sen de geliyorsun!” dedi. “Ben anlamam, söyleyemem ki.” dememe rağmen dinlemedi.

“Hocamız mükemmel, mutlaka geliyorsun!” diye ısrar etti.

Baktım bırakmayacaklar kabul ettim. Hocamıza da söyledim, “Benim özel bir durumum var, tedavi amaçlı gelmek istiyorum diye.”

Böylece başladım. Arkadaşlar ve hocamızla çok büyük bir sevgi bağı oluşturduk. O uğraş, o sevgi beni tedavi etti.

Aşkı arayanlara ne önerirsiniz?

Kalplerine ve gözlerine baksınlar çünkü kalp mutlaka hissediyor gözler de konuşturuyor.

Zor bir süreçten geçen çiftlere ne öğütlerde bulunursunuz?

Sevgiyi ve saygıyı yitirmesinler.

Aşk bence…

Her şeyin üstesinden gelebilir.

 

(Söyleşi & hikaye Bianca Başak)

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Subscribe!


~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Join us on Facebook!

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Share: